Sunum Yazısı

Ekrem Serdar

Fol Sinema, 07 Şubat 2015 tarihinde Amerikan Deneysel Sinemasından bir seçki olan ‘Işığın Peşinden / Aynanın İçinden’ başlıklı bir gösterim gerçekleştirdi. Seçkinin küratörlüğünü Ekrem Serdar üstlendi.

Gösterime eşlik eden 100 adet kitapçık basıldı. Bu kitapçıkta, programın küratörü Serdar Ekrem’in kaleme aldığı bir sunum yazısı ile filmler ve yönetmenleri hakkında ayrıntılı bilgiler yer aldı. Çeviriler Sevcan Barut tarafından gerçekleştirildi.


Bu akşamki program, farklı pratik ve tarihçelerden gelen, klasik ve güncel filmlerden oluşuyor. Bu gösterim [tüm sinema gibi] ışıkla bir macera olarak kurgulanmıştır. Bu yolculuk bizi aynanın içinden bazı elementlere, evrenin uzaklarından tenimizdeki kumaşa ve en son buraya [Kadıköy’deki Köşe] ve kendimize getirecektir.

Tavşan kuyusuna düşerek yolculuğumuza başlarken, Charlotte Pryce’ın Curious Light (2011) bilindik bir hikayenin sayfalarındaki ışığı güzellikle takip eder. Stan Brakhage’ın Commingled Containers (1986) filmi, bu sanatçının en değerli işlerinden bir tanesidir. Eşsiz kariyerinin sonlarına doğru yapılan bu film ayrıca en acil işlerinden bir tanesidir: Kanser ameliyatının gününde çekilmiş, taş ve suyun arasındaki dünyayı somutlaştıran bir yapıt. Jeanne Liotta Observando El Cielo (2007) isimli önemli filminin çekimleri yedi sene sürdü. Kamerasını milyarlar ve milyarlara zaman içeresindeki ışıklara diken, gökyüzünün ve dünyanın seslerini yakalayın bu film bizi Kozmos ve onun içeresinde kendimizi yeniden görmemizi sağlıyor. Jodie Mack’in Point de Gaze (2012) filmi ise bizi galaksinin uzaklarından bizi bu odadaki sinema perdesine, ve üzerimizdeki kumaşa getirip, filmindeki renkler ve desenlerle büyüleyici bir ilerleme sağlıyor. Bu genç ve eşsiz sanatçı bir kareden gözde kalan görüntüyü ondan sonraki karenin renkleriyle birleştirerek, yalnızca gözlerimizde görebildiğimiz renkleri yaratarak, film şeridinden yepyeni bir kumaş örüyor. Sinema perdesinin düzlüğüne olan bu dönüş ayrıyeten bizi yolculuğumuzun sonuna hazırlıyor: şu an bizim ve gözlerimizin paylaştığı bu odaya. Tony Conrad’ın The Flicker (1966) ve Anthony McCall’ın Line Describing a Cone (1973) isimli klasik filmleri bu ortamı olabildiğince farklı şekillerde hayata geçirecekler. Conrad’ın mest eden filmi yalnızca gözlerimizin imkanlarını araştıran bir iş değil; filmdeki şiddetli ‘flicker’ [titreşme] ayrıyeten bu odayı bir nevi bir zoetrope’a dönüştürecek ve seyirciler bu filmin ve ima ile tüm filmlerin oyuncuları olacaklar. McCall’ın Line Describing a Cone işi ise, bir sis makinasının yardımıyla, bu ışığı perdeden kaldırıp, her bakış açısı farklı kaliteleri sergileyen üçüncü boyuta geçirecek. Bu iki film sırasında seyircilerden gezinmelerini tavsiye ederim: The Flicker sırasında ilk önce gözlerinizle, kısa ve hakkedilmiş bir aradan sonra, Line Describing a Cone için bacaklarınızla.

Türkiye’de 16mm gösterimlerinin nadirliği hem anlaşılabilir hem de şok edicidir. Anlaşılabilir, çünkü vaktinde daha da ucuz olan Super 8mm formatının maliyetini bile üst-orta sınıf anca kaldırabiliyordu. Şok edici, çünkü 16mm’nin olmayışı, hareketli görüntüler tarihinde ki pratiklerin büyük bir kısmını görünmez kılıyor. İlk olarak amatörler için piyasa sunulan bu format olmadan, endüstriyel sinema sanayisini olan başkaldırıların tarihi düşünülemez. Halen pek çok film yeni formatlara transfer edilmedi ve bu gösterimin de belki kanıtlayabileceği gibi bu tür transferler bu filmlerin kalitelerini azaltabilir, hatta tamamen yok edebilir. Ayrıyeten toplumun büyük bir kısmı bu tür transferlerin teknik ve mali zorluklarından haberdar değil, özellikle yalnız başına çalışan sanatçılar için.

Film formatının kullanımı, özellikle günümüzde, formata haslık [medium-specificity] konusunda bazı tartışmaları beraberinde getiriyor. Niye film? Onun sunduğu ama analog ve dijital videonun sunmadığı neler var? Film kullanımını, yalnızca basit, nostaljik bir fetiş olarak görmek kolay olabilir ve tabii ki bu şekilde kullanan sinemacılar var. Ayrıca pek çok sanatçı, filme olan bağlarını halen “sıcaklık” ve “organik” gibi tam açıklanamayan kelimeler ile belirtiyorlar [bunu demiş olmakla bu kelimeler genellikle saygıya değer bir inançla belirtiliyor.] Film formatının kendine has özelliklerinden yararlanan pek çok sanatçı halen mevcut. Bu programdaki sinemacılar birbirinden farklı olarak filmlerini kendileri yıkadılar; film şeridinin tek tek ilerleyen karelerinin olanaklarından yararlandılar; filmin, bir parmak basması gibi olan özelliğini ışığı yakalamak, ve direkt filmin üzerine çizmek için kullandılar; üç boyutlu film şeridi ile projektörün ışığını kapladılar. Bazı film türlerinin piyasadan kalkması ile biz de belli renk spektrumlarının kaybıyla karşı karşıyayız: Kodak, Curious Light filminin çekildiği Ektachrome isimli pozitif filmin imalatını geçen sene durdurdu. Kariyeri 350’den fazla filmi kapsayan Stan Brakhage ise hiç bir zaman bir işini videoda bitirmedi. Austin Chronicle’ın 12 Eylül, 1997 tarihinde, Jerry Johnson ile yaptığı söyleşide videonun avant-garde’deki yerinden şöyle bahsetti:

Onlar video için bir yer hayal ediyorlar, ve bundan dolayı onlara minnettarım. Benim onlarla bir savaşım yok. Ama [videonun] tüm tarihi boyunca beni sanat olarak ilgilendiren bir şey görmedim. Filmin, ilk 15 senesi içeresinde, videodan şu ana dek başardığından çok daha fazlası vardı: Méliès, Lumieres kardeşler, Griffith vs. Ondan videonun fazla geçici olduğunu düşünüyorum. Aslında sonunda kendi filmlerimin videoda yayınlanmasına razı oldum. İnsanlara aradaki farkı bildiği sürece, ellerinde bu kopyalar olarak ve eminim orijinallerini izlemeye olan istekleri yükselecektir, ondan eminim.

Tabii ki, deneysel sinema şimdi [ve o zamanlarda da] video ile yapılmış pek çok önemli işe sahip. [Brakhage de başka söyleşilerde video üzerinde yapılan başka işleri de övdü.] Bu tip her sinemacının kendine göre irdelediği konuların tartışması devam etmekte. Özellikle Tony Conrad, Yellow Movies (1973-günümüze), Film Feedback (1974) ve ‘pişirme filmleri’ (1972-günümüze) gibi işler ile bu tür formata has tartışmalarda ortaya çıkabilecek katı düşünceleri mizahi bir şekilde sabote etmek ile uğraşmıştır. BOMB dergisinde (BOMB 92, Yaz 2005), Jay Sanders ile yapılan bir söyleşide dediği gibi: “Film formatını öldürmek istiyordum. Yana yatıp ölmesini istiyordum.” Yazacak yerin azlığı Conrad’ın bu filmleri hakkında daha detaylı yazmamı engelliyor; seyircilere bu işleri kendi araştırmalarını tavsiye ederim.

Böylece bu konulara kritik bir gözle bakmanın önemine geliyoruz. Bugünkü gösterimin çalıcısı [16mm projektörümüz] dijital kopyanın çağında, Instagram fotoğraflarımız için verdiği zarif pozlarla ilgimizin odağı olabilir. Makinanın içindeki ışığı bize ritmik bir şekilde kapatıp gösteren ise bu çalıcının oynayacağı “kompozisyonlar” – filmler.