Cynthia Madansky’nin E42 ve Devotion filmleri

Merve Ünsal

Fol'un kürate ettiği 'Belleğin Topoğrafyası' seçkisinde Cynthia Madansky’nin E42 ve Devotion filmleri 20 Mayıs 2016 tarihinde yönetmenin katılımıyla gösterildi.

Gösterime eşlik eden 100 adet kitapçık basıldı. Bu kitapçıkta, Merve Ünsal’ın gösterim için kaleme aldığı filmler hakkındaki yazısı yer aldı.


E42
Geride duran kameranın bana göstermediğinden gözümü alamıyorum. Hareket eden bedenler de olsa yerinde duran ve anıtsallığıyla gözümü kamaştırması gereken ama tam tersine Madansky’nin perspektifinden gittikçe küçülen ve sanki anıtsallıkları ellerinden alınan bu ‘şey’ler.

Hareket eden bir adam var. Bu adamın adımları da, bedeninin esnek, akışkan hareketleri var önünde durduğu ya da üzerine basarak geçtiği ya da bir ucundan bir ucuna gittiği kameranın perspektifini gözüme sokuyor. O adamın hareketleri dışında bir şey düşünemez hale geliyor; o adam gördüğüm her şeyi manasız hale geliyor, hipnotize ediyor beni. Sanki bireyselliğe, bireye, bedene sahip çıkıyor bu adam.

Bir taraftan da bir kadın sesi bir hikaye anlatıyor. Tarihleri benim doğumumdan çok evvel olan bir şeyler bunlar. Tanıdığım Nazi, Musevi gibi kelimelerle neden bahsedeceğini tahmin ettiğimden kalbim daha hızlı atmaya başlıyor.

Siyasi hareketlerin geçiciliğinin ne kadar kalıcı travmalar yaratabildiğini düşünüyorum.

Anlık kazaların kalıcı yara izleri bırakabilmesi gibi.

Tarihsel travmalar bütüne baktığınızda sanki hıçkırıklar gibi zaman çizgisinde. Sonrasını sonsuza kadar değiştiren hıçkırıklar.

Madansky’nin peyzajla olan ilişkisi tehlikeli bir estetiğe sahip. Görsel olarak izlediğimiz şeyler muhteşem bir güzellikle anlatılıyor. Anlatılanın korkunçluğu ile görselin güzelliği arasında yine bir gerginlik var. Humbert Humbert’ın Lolita’nın vücudunun kıvrımlarını, yaralı dizlerini anlatırken duyduğu ve duyurduğu şevk, arzu gibi bir şey bu aslında. Hissetmemem gereken şeyleri hissetmenin suçluluğu.

Peki sonra? Bu film ile diğer faşizm anlatımları arasındaki fark nedir? Güzel olan ve kamerayı geride tutan ile yakınlaşan ve deşifre etmeye çalışan nerelerime hitap ediyor? Yeni bir peyzaj algısına açık mıyım? Geçiciyi acaba ancak kendi bedenim üzerinden mi tecrübe edebiliyorum?

* * *

Devotion
Bir şehre karşı ve bir şehirde hissedilen arzu, belki de bütün şehir anlatımlarının temelini oluşturuyor.

Sokaklarda oradan oraya yürürken ya da yürümeye çekinirken hissedilen aslında kendi şüphelerimizin, korkularımızın, istemeye çekindiklerimizin özeti.

Cynthia Madansky’nin Devotion’ında hemen düşündüğüm ama yüksek sesle söyleyemeyeceklerimin görselleştirildiğini ve Madansky’nin sesli anlatımıyla ile dile geldiğini görüyorum. Olan biteni tanıyorum. Aşıkların (lover kelimesinin aşık mı sevgili mi olduğunu düşünüyorum, lover’ı tanımlayan bedenlerin tanınması mı yoksa paylaşılan hisler mi? Araya bir çizgi çektiğim anda kendi koordinatlarımı ve iç dünyamı deşifre ettiğimi fark ederek susuyorum) arasında oluşmuş olan ve bu şehir aracılığıyla yüzeye çıkan mesafenin aslında dokunmakla dokunmamak arasındaki gerginlik olduğunu sanıyorum.

Kendimizinki dışında bir bedenle şehrin dokusu arasındaki ilişkinin çoğu zaman benzer bir yabancılıkla tanımlanabileceği, yabancılıkların birçok arzunun özünde olması.

Yabancı. Yaban. Karaosmanoğlu’nun ayrıksı olmak, aidiyet üzerine bir roman. Bir uzvun eksikliğinin, lover’lığın yarasının hissedildiği anları arka arkaya dizen, bilinmez bir son ile biten, bitmemeyi bu şekilde sahiplenen bir metin.

Madansky’nin görsel metni ile sesli metni arasındaki boşluk. Hikayelendirmelerin hem aynı ritimde hem de birbiriyle zaman zaman çarpışarak gitmesi. Müziğin getirdiği üçüncü metnin ezgilerinin, duraksamalarının, uzattığı ve kısalttığı anların toplamının filmdeki his karmaşasını katmanlandırması.

Bütün bunların arka fonunda çarpık heterojenliğinin çatlakları ile ulusal bir kimlik. Tanımaya ya da kendini evde hissetmeye başladığın anda uzaklaşan bir şehir.

Şehir de şehir olsa, şehirden çok Doğu-Batı, iyi-kötü, eskiyeni, laik-laik olmayan gibi ikilemler üzerinde anlatılmaya, dillendirilmeye çalışan bir çatışma alanı, hiçbirinin hiçbir zaman kazanmadığı ve üstün gelirmiş gibi gözükse de aslında Boğaz’da Marmara ve Karadeniz’in sularının birbirine pek de karışmaması gibi bir sürü şeyin akıntılar yarattığı bir mücadele sathı.

Aşığın ağzına ilk defa sokmaya çalıştığında çekingen olan dili. Dillendirmeye çalışmak ile bu anın arasında bir ilişki kurulabilir mi acaba?